Yansı Eraslan
Pandemi Döneminde Özel Okullar ve Eğitim Ekonomisi
Yansı Eraslan
Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi
Dünyanın yüzyılda bir yaşayabileceği, doğal mı sentetik mi olduğunu hâlâ öğrenemediğimiz, belki de uzun yıllar boyunca öğrenemeyeceğimiz bir salgından, aslında bir büyük imtihandan geçiyoruz. Bu imtihan sadece sağlık sorunu yaşayanlar için sabretme gücümüz ve toplum sağlığı için kurallara uyma irademiz yönüyle değil, akçeli konularda da kendini gösteriyor. Konu, okul kurucuları, aileler, medya, iş yapılan -özellikle yemek ve ulaşım hizmetlerindeki- firmalar, hukukçular ve pek çok paydaşı kapsıyor.
Kimya biliminde çözeltilerdeki asit ve bazların ayırt edilebilmesi için kullanılan turnusol, günlük yaşamda “turnusol kağıdı” meseliyle bilinir. Tâbiri câiz ise bir anlaşmazlık durumunda bir kişinin aldığı tavrın hangi tarafa ait olduğunu gösterdiği kastedilir. Bu dönemde sağlıkçılardan gelen nasihatler pozitif bilimin konusu olarak itirazsız kabul edilirken salgının eğitim yaşamına etkisi yönüyle okullar altı aydan bu yana neredeyse istisnasız olarak her gün konuşulmakta, bazı köşe yazarlarınca “para iadesi almanın mümkün olmadığı kurumlar” olarak ilan edilen özel okullar kesintisizce hırpalanmakta, uzaktan verilen eğitimin yüz yüze eğitimin yerini tutmadığı inancıyla ücretin bir kısmını iade etmeleri gerektiği aylardır medyada işlenmektedir. Telaşa kapılan ve kamuoyundan laf işitmekten bunalan nevzuhur okullar kendilerine yer açmak ve gelen tenkitlere “ne kadar duyarlı” olduklarını ispat etme çabası içinde uzaktan eğitim döneminde okul ücretinin bir kısmını -kontrolü tamamen kaybetmiş olanlar tamamını- iade edeceklerini afili duyurularla paylaşmakta, bugünün çözümleri adına yarının sorunlarını biriktirdiklerinden bihaber bir şekilde spotların mevkidaşlarına dönmesine sebep olmaktadır.
Türk özel okul sektörü, tarihinin en büyük bunalımını yaşamaktadır. Konunun evveliyatı olduğu için pandemi bunun sebebi değildir ancak yaklaşık 15 yıldır şiddetli bir sarsıntı geçiren sektör salgınla birlikte büyük bir anafora kapılmıştır. Kurum bazında az etkilenen, bundan görece olarak kolaylıkla çıkacak olanlar vardır. Bununla birlikte çok sayıda kurum bu süreci sağlıklı bir şekilde atlatamayacak, tünelin ucundaki ışığı görmeyi başarabilenlerin de üstü başı toz toprak içinde kalacaktır.
Meramımızı anlatmak için yer yer sayılara başvurmak zorundayız. Okul öncesi kurumlar dâhil olmak üzere 2006-2007 öğretim yılında Türkiye’de 3.429 özel okul vardı. Geçen 13 yılın ardından 2019-2020’de bu sayı 13.870’e ulaşmıştır. Bu çoğalma, sayısal bir cinnettir. Sürdürülebilir değildir. Bunun Türk eğitimine, ailelere, çocuklara, bugün bir miktar aşınsa da eski okulların oluşturmayı başarabildiği saygınlığa, eğitimin vakarına muhakkak bir maliyeti olacaktır. Zaten bu maliyet ödenmeye başlamıştır; ne var ki görmemekte ısrarlı olanlar vardır. Okul açıldıkça öğrenci sayısının da arttığı söylenecek olursa 2006-2007’de okul başına öğrenci sayısının 105, 2019-2020’de 106 olduğunu hatırlatırız. Başka deyişle, okullar açılmaktadır ancak okul başına düşen öğrenci sayısı değişmemektedir. Arz taraflı bu gelişme, zaten yetersiz olan talebin bir de yaşanan salgın döneminde olduğu gibi daha da düşmesi nedeniyle âdeta bir çıkmaz sokağa dönüşmüştür. Bir eğitim kurumunun 100 kişiyle varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu sayının ikiye, hatta üçe katlanması durumunda bile sürdürülebilir bir yapıdan söz edilemez. Kaldı ki 106 öğrencinin ülke ortalaması olduğu, çok daha fazla öğrencisi bulunan okulların olmasından hareketle 106’nın altında da öğrencisi olan okulların bulunduğu, yaşamaya çalışan bazı kurumların “eğitimin ciddiyeti, iş yapma biçimi, rekabet parametreleri, iş etiği” gibi normatif kavramları hiç umursamadan tüm taşları yerinden oynattığı görülecektir. Ailelerin bir kısmının bu muhakemeyi hiç yapmadan, yalnızca ücret odaklı yaklaşımlarının bu kurumlara cesaret verdiği ve uzun vadede eğitimin bundan çok olumsuz etkileneceği açıktır. Karamsar değil gerçekçi olmaya çalışıyoruz. Bugün Türk özel okulları “itibar yönetimi” açısından tarihsel dip noktalardadır.
Türk özel okul sektörünün tarihçesi hususunda literatür incelendiğinde ilk Türk özel okulunun açıldığı tarihin -konuya yaklaşımdaki farklılıklar nedeniyle- 1850 ile 1880 arasında olduğu görülecektir. Demektir ki yaklaşık 125 ile 150 yıl arasında 3.429 özel okul açmış olan Türkiye son 13 yılda 10.441 okul açmıştır (3.429’a gelene kadar açılan ve kapanan okulları hesaba katmıyoruz). Bu, bir akıl kaybıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca eğitimin başına gelmiş olan en büyük felaket, bugün olduğu gibi, eğitimin piyasaya bırakılmasıdır. Bu felaketin tamamı değilse de anlamlı bir kısmı da zincir okullara aittir. Bu kurumlar eğitimin dilini değiştirmekte, neredeyse sadece “işletmeci” mantığıyla çalışmakta, istihdam ettiği sektör dışı yöneticilerin elinde eğitimi başkalaştırmakta, “bilanço parlatma” modeliyle sadece sayısal büyüme odaklı düşünmekte, satış ve pazarlama kimliğinin sektörün yeni normali olmasına sebebiyet vermekte, öğretmen yetiştirmek yerine diğer kurumların öğretmenlerini “transfer etmekte” (diğer sektörlerin aksine bu eğitim için anormal bir durumdur; saygın bir Amerikan üniversitesi, tek bir profesörünün benzer transferi nedeniyle ulusal medyaya malzeme olmuştur), bu öğretmenlerden eski kurumlarındaki öğrencilerini de getirmelerini beklemekte, bu öğretmenlere sundukları mali ve ayni özlük haklarını ilk fırsatta kısmakta (salgın döneminde buna dair örneklerin tanığıyız), en küçük sınıftan itibaren öğrenci yetiştirmek ve onları -varsa- kurum kültürleriyle yoğurmak yerine mali güçlerinin katkısıyla diğer kurumlardan öğrenci de “transfer etmekte”, kısaca eğitimi pek çok açıdan tahrip etmekte ve saygınlığını zedelemektedirler.
Özel okullar, sağlıklı işleyen eğitim yapısı olan her ülkenin ve elbette Türkiye’nin de gerçeğidir. Nezih kurumlar Türk millî eğitimine olağanüstü katkı sunmaktadır ve sunmaya da devam edecektir. Oyuna sonradan, hepsi değilse de özellikle son 15 yılda katılanlar, kara düzen iş yapmayı yaşam biçimi hâline getirenler, “eğitimcilik” değil “okulculuk” yapanlar, “eğitim yöneticisi” değil ““eğitim işletmecisi” olanlar devreden çıkmadan bu sorunun halli ihtimal dâhilinde değildir. Birkaç yüz okuldan değil birkaç bin okuldan söz ediyoruz.
Tatsız bazı değerlendirmelerimiz olacağını peşinen ifade ederek söyleyelim ki sektör bu girdaptan sağlıklı bir şekilde asla çıkamayacaktır. Bu hastanın bazı organları -yani sektörün bazı oyuncuları- görevini yapmaya devam edecek, sürdürülemez yapısı olan dokuların kanseri ameliyatla alınmaya çalışılacak, bunun da işe yaramadığı vakalarda kayıplar olacaktır. Vakıa budur ve sektörel/mesleki taassupla geçiştirilmesi mümkün değildir. Buradan hareketle özel okullarla ilgili olarak beklentilerimizi/önerilerimizi üç ana başlıkta sunmak isteriz.
İlk olarak, Türkiye’de kişi başına düşen zenginlik ve ücret ödenerek gidilebilen özel okullara talip olan nüfus birkaç yılda katlanmayacağına göre sektörde çok sarsıcı bir konsolidasyon olmadan bu toz dumanın dinmesi beklenmemelidir. O hâlde sorunun çözümünün ilk adımı merkezî bir akıldan çıkacak bir politikayla değil, doğal yollarla -sektörel konsolidasyon ve doğal seleksiyonla- atılacaktır. Yakın zamanda bir zincir okulun, dolayısıyla öğrencilerinin, velilerinin ve çalışanlarının düştüğü durumu anımsayınız. Ne var ki karar vericiler “bat(a)mayacak kadar büyük olduğuna” kanaat getirmiş olmalıdır ki yukarıda sözünü ettiğimiz düzeltme hareketine izin verilmemiştir.
İkincisi daha önemlidir. Bir niceliksel normalleşme olacaksa bile sektöre yeni girişlere dair son derece sert, tavizsiz, kapsayıcı düzenlemelere ihtiyaç vardır. İlk basamakta sektörel konsolidasyon varsa ikinci aşamada regülasyon (kamusal düzenleme) olmak zorundadır. Ülkemizdeki bankacılık sektörü -2001’den getirdiği olağanüstü acı deneyimler ve bugün 80 milyar doları aşan maliyetle- ciddi bir düzeltme hareketi yapmıştır. Dünya bankacılığının nizamını sağlayan Basel Kriterleri bankalardan %8’lik, BDDK ise %12’lik bir sermaye yeterliliği rasyosu talep ederken 31 Aralık 2019 tarihi itibarıyla Türkiye’deki bankaların sermaye yeterliliği %14 ile %26 arasında değişmektedir. Sektör, hatırlanmak bile istenmeyen anılar yaşamış, sert tedbirler alınmış ve bugün sağlıklı bir bünyeye kavuşmuştur. Bugüne gelindiğinde ise ne kadar sermayesi olursa olsun her isteyen kişi Türkiye’de banka kuramamaktadır. Hatta kurulan bankaları almak için de BDDK’nın son derece ciddi değerlendirme süreçleri vardır. Yine sermayeden bağımsız olarak Sağlık Bakanlığı ruhsat vermediği için ülkenin pek çok şehrinde özel hastane açılamamaktadır ancak basitleştirmek gerekirse bugün Türkiye’de iki müfettişin raporuyla okul açılabilmektedir. Şehrin imar planlarında o okulun bulunduğu yerin hangi tür yapılara izin verdiği bile dikkate alınmamaktadır. Okul açmanın teknik koşullarının hafife alınması, fiziksel ve mali kısıtların neredeyse hiç olmaması, takip edilen Standartlar Yönergesi’nin dersanelerin kapatılması sonrasındaki dönemde sayısız kurum için müsamahakâr bir formatla ele alınması, gerekli donanımsal, kültürel ve etik niteliklere sahip olmayanlara okul açma izni verilmesi sektörün hakikati hâline gelmiştir. Salgın öncesi dönemde özel okulların mali yeterliliğine dair çeşitli hukuki düzenlemeler yapılacağı medyada yer almıştır. Ne var ki bu düzenlemeler bugünden sonrası için sağlam ve adil bir altyapıya hizmet edebilir. Bunun öncesi sektörel çıkıştır. Bankacılıkta da böyle olmuş ve onlarca banka -sektörün yaklaşık %30’u- batmıştır. Bu nedenle regülasyonu ilk değil, ikinci adım olarak nitelendirmeyi uygun gördük.
Üçüncü adım, eğitim sektörünün yabancı olmadığı akreditasyon ve sertifikasyondur. Bu kavram genellikle yurt dışında ve üniversiteler için yapılan bir vasıflandırmaya/kayıtlamaya işaret eder. Bir dönem ülkemizdeki K-12 okullar için düşünülmüş, sonunda magazinsel ve konuyla ilgisi olmayan haberlerle medyada kaybolup gitmiştir (eğitimin turizme benzetileceği, okullara yıldız verileceği, mescidi olan okulların iktidar tarafından kollanacağı ve ilave yıldızlarla taltif edileceği, vb). Tarafsızca yapılacak olan ve çeşitli aidiyetlere (siyasi, ideolojik, vb) mensubiyet gözetmeyen bir akreditasyon ve sertifikasyon K-12 okullar için kaçınılmazdır.
13 Mart 2020 tarihinden bu yana gündemden hiç düşmeyen ücret iadesi konusuna kısaca değinerek noktayı koymak istiyoruz. Diğer kurumlar adına konuşma salahiyetine sahip olmadığımızdan kendi kurumumuz adına görüş beyan edeceğiz. Bu dönemde okulların pek çok tasarrufu olduğunu iddia edenlerin önemli bir kısmının kişisel yaşamlarında kurum yönetme ve yaşatma deneyimine sahip olmadığını düşünüyoruz. Daha az yakılan elektrik, daha az kullanılan su diyerek okullardan ailelere indirim yapılmasını istemek ciddi bir yaklaşım değildir. Uzaktan eğitim sürecinde kurumsal ve kişisel dezenfeksiyon için yapılan giderler, bir yaş grubunun kullandığı ve baştan sona değiştirilen sıralar, uzaktan eğitim için anlamlı bedeller ödenerek kullanılan dijital öğrenme platformları, öğretmenlerin uzaktan eğitimi ev ortamında değil okul ortamında yapabilmeleri ve her türlü teknik desteği de yanlarında bulabilmeleri için internet hızının üç katına çıkarılması, bunun için katlanılan yeni maliyetler, önce 2019-2020 bitiminde yapılan yemek ve ulaşım ücretlerine dair iade, ardından 2020-2021 başlamadan getirilen KDV indiriminin yalnızca birkaç gün içinde ailelere yansıtılması normal (yüz yüze) eğitim dönemlerine nazaran uzaktan eğitimdeki kurumsal giderleri fazlasıyla yükseltmiştir.
Nitelikli eğitim verebilmek için her okul bir sistem kurar. Bu sistem, çalışanlarla yapılan sözleşmelerden öğrencilere hitap edecek her türlü altyapı, donanım ve teknolojik kapasiteye kadar kendini gösterir. Zamanın bir noktasında bir olağanüstülük yaşandığında hizmet talep edenlerin aynı anda ve toplu olarak ücret iadesi istemeleri tek taraflı bir girişimdir. Bu sistemler hizmet alanlar için kurulmakta olup, talip olanlara dilediği zamanda dilediği gibi vazgeçme hakkı verilmesi düşünülemez. Kamu otoritesi buna izin veremez. Bunun mümkün olması durumunda kurumlar yaşayamaz. Dört dörtlük bir örnek olmamakla birlikte fikir vermesi açısından ifade edelim ki bankalara para yatıran insanlar toplu hâlde para çekmek istediği zamanlarda kendilerine ait olan paraları bile öden(e)memektedir. Sisteme aktarılan paralar çeşitli mecralarda değerlendirilmekte, sisteme dâhil olanların toplu hâlde vazgeçerek sistemi yıkmalarına izin verilmemektedir. Ekonominin zorluk yaşadığı dönemlerde bunun örnekleri vardır. Sistem ve kurum kurmak zordur. Yaşatmak daha zordur. Kurumlar yaşatılamadığında bunun bedelini sadece bu kurumların hissedarları değil toplum da öder çünkü ne kadar maddi gücünüz olursa olsun iyi eğitim, iyi sağlık hizmeti alamazsınız. Bugün Türkiye’de eğitim verilmektedir, ancak Millî Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığının izin verdiği ölçülerde. Bu ölçü bugün için uzaktan eğitim şeklindedir ve uzaktan eğitim için de yüz yüze eğitimdeki sistemin birebir aynısı kurulmakta, kurumlar aynı -hatta daha fazla- gider bütçesine katlanmaktadır. Uzaktan eğitim yüz yüze eğitimin niteliğine sahip değil diye bu hizmetin bedelinin düşürülmesinin dünyada bir örneği yoktur. Dünya okullarının aldıkları kararları izleyenler ne demek istediğimizi anlayacaktır. Yaşanan bir mücbir sebeptir, okullar bunun sebebi değildir ve kendilerine izin verildiği şekliyle eğitim-öğretim yapmaktadırlar. Kendi kurumsal tercihleriyle uzaktan eğitimi seçmiş değillerdir. Nihayetinde yaşamın kuralı olduğu üzere bu sektörün iftiharı olan kurumlar da vardır, utancı olanlar da. Söz, artık bıkkınlık veren “özel okullar” genellemesiyle değil kurum ismi verilerek söylenmelidir. Konu, medyada bunu görev edinenlerin kişisel dünya vizyonlarına, çeşitli ailelerden vekâletname toplayarak bu zor dönemde kazanç elde etmek isteyen bir avuç gayretkeş avukata bırakılmayacak kadar kapsamlıdır.